Şeylerin Şekli

| 26 Nisan 2009 Pazar


Öncelikle bir kapıdan "çok amaçlı salon"a giriyorsunuz, biletler numarasız, bir şekilde yerlerinizi alıyorsunuz, sahnede adeta "David" heykelinden koparılmışçasına duran bir bacak heykeli, önünde bir yaprak. İlk günah, ilk sorgulama, ilk utanç, ilk kavrayışlar... Sonra oyun başlıyor yavaş yavaş, birtakım karakterler, "sanat" üzerine görüşler, doğaçlama niteliğinde diyaloglar, "bir manifesto / bir bildiri" adını vereceğimiz birtakım düşünceler, karakterlerin giderek çözülmesini de beraberinde getireceği konuşmalar... Bu karakterlerin üstüne eklenen iki yeni karakter, olayların daha da çok karışması ve bütün bir oyunun "bir üst kata" taşınması...

İşte asıl olay burada başlıyor aslında. Burası Akbank Sanat'ın "çağdaş sanat atölyesi". Bu atölye aslında çok ironik bir şekilde oyunun içinde yer buluyor kendine. Bu dört karakterin bir masanın etrafında birbirleriyle olan konuşmaları, bakışmaları, karşılaşmaları, bir "düello" niteliğinde hesaplaşmaları, geçmişi anımsamaları, hatta geçmişle hesaplaşmaları... Bütün bunları bir atölyede birebir gerçekleşiyor, gözlüyor ve izliyor gibi hissediyor seyirci. Eski defterlerin açılmasının beraberinde getirdiği huzursuzluklar, soğukluklar, değişkenlikler, karşılaşmalar... Bunların doğurduğu sorunlar, çözümler, yeni karışıklıklar... Bütün bunlar, aslında çok basit bir konu etrafında dönen bir tartışma yüzünden oluyor: İnsan. Bu dört karakter yavaş yavaş bu insan algısı üzerinden hayatın akışı içindeki diğer noktalar hakkında da birtakım görüşlerini ortaya koyuyor. İnsanın hayat içindeki yeri, insan bedeninin metalaştırılması, evlilik, kadın-erkek ilişkileri, düşünce yapıları ve "sanat"... O tırnak içinde yazdığımız, hatta bazen büyük "s" ile ifade ettiğimiz sanat kelimesi oyun içinde en çok sorgulanan ve izleyiciyle en çok karşı karşıya getirilen konu oluyor. Bu dört karakterin birbirleriyle olan ilişkileri, diyalogları, bu diyaloglardaki alt metinleri hepsinin sanata bakışaçısını ortaya koyuyor. Ancak bunu yaparken izleyiciye bir açık kapı, bir seçim şansı bırakıyor. İzleyiciye bir paket hâlinde sunulmuş bir sanat algısı, burjuvazi manifestosu ve sosyal ortam sunmak yerine, izleyiciyi oyunun bir nesnesi, bir oyuncusu hâline getiriyor. Bu "üst kat"ta birçok olay oluyor, kafalar karışıyor, hesaplaşmalar ve çözülmeler birbirini izleyerek bizi tekrar başka bir "üst kat"a yöneltiyor.

Bu üst katta ise oyunda "sergi" alanı olarak kullanılan müzik dinleme odası / arşivi var. İşte bu sergiyle ikinci bölümün sonunda biraz tuhaf bir şekilde tanık olduğumuz "son"u daha da içselleştirme olanağı buluyoruz. Bütün oyun boyunca bahsedilen insanın metalaşması kavramı ve sanat algısı, bu sergide kendini açık bir şekilde gösteriyor. Bu da izleyicide bir karmaşa, bir ikilem yaratıyor. Aslında bu yapılan gerçekten sanat mı, yoksa sanat için yapılan bu şey bir "iğrençlik / ikiyüzlülük" mü? Bir insanı değiştirmek, dönüştürmek hatta "yontmak" sanatın neresine oturtulabilir, bir insanın hayatını bu kadar açık bir şekilde ifşa etmek, onu bir meta hâline getirmek gerçekten nasıl bir kaygıyla, güdüyle yapılmıştır?

Şeylerin Şekli'nde büyük bir karmaşa, kargaşa ve ikileme tanık oluyoruz. İnsan ve sanat üzerinden eleştirilen, yorumlanan, gösterilen her şeye bir de "gerçeklik" sıfatı ekleniyor. Bu da izleyicinin kafasını daha beter karıştırıyor. Ancak açıkça Şeylerin Şekli'nin izlediğim en tuhaf ama bir o kadar da en çarpıcı ve güzel oyun olduğunu söyleyebilirim. Mekân kullanımından rejiye, oyunculuklardan, dekor ve kostümün uyumuna, müziğin dinamizminden diyalogların doğallığına her şey tam oturuyordu. Geriye merak edilen tek bir soru kaldı: Evelyn Adam'ın kulağına ne söyledi?

0 yorum: