0

Toplumsal Değişim İçinde Kadınlar ve Kentler

| 17 Ağustos 2008 Pazar


Murathan Mungan kadına ve kadına ait duygulara bambaşka bir açıdan yaklaşıyor Kadından Kentler kitabında. Mungan, kadınların toplumsal rollerinden ve statülerinden sıyrılıp kendi kaderlerini çizme yetisine sahip birer birey oldukları ve kadın olmanın cinsel ve sosyal bir kimlik olmaktan çıkıp tek başına bir olgu hâline geldiği bir dünya yaratıyor kitabında. Toplumların kadınlara biçtikleri, zaman, mekân, kültür ve sosyal yapı ayırt etmeyen roller; farklı algılanan, ikinci plâna atılan, bir kenara itilen ve bütün kötü özelliklerin atfedildiği kadınlar, Mungan’ın kitabında birbiri etrafında dönen on altı farklı karakter ve kentle anlatılırken bu kentler ve karakterler son öyküyle birbirlerine bağlanıyor.

Her kadının evlat, abla, eş, anne, ev kadını olmaktan çıkıp bir tek “kadın” olduğu bu öykülerdeki kadınlar, öykülerin akışı içinde sahip oldukları tecrübeler ile farklı yollara yönelip farklı aşamalardan geçiyor. Mungan’ın sayesinde kendi kaderlerini çizme yetisine sahip olan kadınlar, bu tecrübeler ile hem kendilerine hem de çevrelerine daha farklı bakmaya, çevrelerindeki olguları ve olayları daha farklı algılamaya başlıyor. Unutulanlar, geçmişe gömülenler, hayaller, ortak umutlar, saklananlar, sırlar, kaçanlar, kovalayanlar, yorulanlar, geçmişi özleyenler, belirsizlik yaşayanlar, unutanlar, yaşamlar, ölümler ve zaman… Bütün bunlar Mungan’ın kişi ve kent tabanına oturttuğu kitabında kadınlarla birlikte başrolü paylaşıyor, hatta bazen rol çalıyor. Kitaptaki hiçbir olay ve hiçbir mekân öylesine seçilmemiş, her birinin bir anlamı var. Hiçbir şey tesadüf değil ve aslında her şey birbirine bağlı. Bütün düğümler son öyküyle çözülüyor ve bütün karmaşa son cümlelerde kayboluyor. Kadınlara tarih boyunca biçilmiş ve alışılmış bütün roller, yüklenmiş bütün sıfatlar, atfedilmiş bütün özellikler bir bir anlamlarını yitiriyor Mungan’ın kitabında. Her kadının bir hikâyesi var, hepsi de eski Türk filmlerindeki gibi “anlatsam roman olur” türünden hikâyeler. Bütün bu hikâyeler de İstanbul’da, rüyaların şehrinde birleşiyor.

Mungan’ın kitabındaki karakterler bize hiç yabancı olmayan insanlar. Yan komşumuz, köşedeki börekçi, evimize gelen gündelikçi, iş yerindeki asistan kız, sırada önümüzde duran kadın, pazarda yanımızdan geçerken bize çarpan yaşlı teyze… Her biri içinde bulundukları kentle özdeşleşmiş, içinde bulundukları kente bir anlam yükleyen kadınlar. Bütün bu özdeşleşmeye karşın hep bir boşluk var içlerinde. Kentlerde yaşayan ama o kente ait olmayan, olamamış, kendini başka yerlere ait hisseden bu kadınların bulundukları kentlerle kurdukları ilişkiler ve ortak bir noktada birleşen özellikler, öykülerdeki kadınların o kentlere hayat vermesini sağlamış, kitaptaki kentler içlerindeki dinamizmle kadınların da var olması için bir mekân olmuştur. Mungan’ın kadınları bu kentlerde yaşayan, bu kentlere hayat katan, küçük, sade, sıradan, basit ama gerçek ve bir o kadar da doğal kadınlar. Aslında hep bildiğimiz, dinlediğimiz, alıştığımız ancak farkına varmadığımız ve çoğunlukla dikkat etmediğimiz kişilerin, bize sıradan ve basit gelen, ancak aksine kendimize bu kadar yakın hissedeceğimiz öykülerini anlatıyor bu kadınlar. Bütün bu kadınların arasında erkekler ince tül bir perdenin arkasından gözüküyor kitapta. Sadece küçük dokunuşlarla bahsediliyor erkeklerden, sanki hiç yokmuşçasına. Bu yüzden bu kitabın kadınlara ithaf edildiğini söylersek, sanırım yanılmayız.

Kitaptaki kadınların bir diğer ortak noktaları da yalnızlıkları. Hepsinin birer ailesi, kocası, çocuğu, arkadaşı ve sevgilisi var, ancak hepsi bir noktadan sonra kendi içinde yaşıyor ve kendini yalnız hissediyor. Bu yalnızlık bazen bir seçim, bazense bir zorunluluktan kaynaklanıyor. Ne şekilde olursa olsun Mungan’ın kadınları kendilerine ait dünyalarda yaşıyor. Ancak bu yalnızlığın da bir bedeli var kadınlar için. Çevreleri tarafından küçümsenen, acımayla bakılan, hesap sorulan bu kadınlar yalnızlıklarını başka şeylerle kapatmaya çalışıyor. Eğitimi, özgürleşmesi, bireyselleşmesi, cinsel ve sosyal bir olgu olmaktan çıkması, toplumsal statülerinden ve rollerinden arınması, yaşadığı kentle ve toplumla bir ilişki içinde olması bu yalnızlığı kapatma yöntemlerinden yalnızca birkaçı. Aşk ise yalnızlıktan kurtulmanın en kolay ve en çok tercih edilen yolu Mungan’a göre. Bu nedenle aşk ve yalnızlık ikilemi de eleştiriliyor kitapta. Kadınların bağlanma ihtiyacı, yönetilme isteği ve aşklarını “ideoloji”ye dönüştürmeleri; erkeklerin bağlanma korkusu, sahip olma arzusu ve geçici sevgileriyle karşılaştırılıyor bazen de. Bu çatışmalar ve karşılaştırmalar sadece satır aralarında belli ediyor kendini. Çünkü kitapta erkeklerin sadece basit bir yansıma olarak var olan cılız görüntüsü, kadınların o güçlü duruşlarının yanında adeta bir figüran niteliği taşıyor. Kentler de bu figüranların ve başrol oyuncusu kadınların sahneleri oluyor.

Türkiye’deki tarihsel, sosyal ve kültürel dönüşümün iki önemli tanığı bir paydada birleşiyor Mungan’ın kitabında. Kadınlar ve kentler birbirlerine bu dönüşümle bağlanıyor bütün öykülerde. Okuyucu bu dönüşüm içinde kitabın sunduğu hikâyelerde kendine de bir rol biçiyor, kendisini de kitaptaki karakterlerle özdeşleştirip, kendi öyküsünü oluşturuyor. Böylece kitap yayınlandıktan sonra da yazılmaya devam ediyor. Kitabın belki de en başarılı sayılabilecek özelliği, yani kurgusu, bu noktada devreye giriyor. Kitaptaki bütün olaylar ve karakterler birbirlerine bir ağ ile bağlanmış, bir dantel gibi işlenmiş. Kitabın asıl meselesi olan “olmak” ise ince detaylarda ve satır aralarında yer bulmuş kendine. Geleneksel ile modern, birey ile toplum, kadın ile erkek, yalnızlık ile grup psikolojisi, tercih ile zorunluluk gibi karşıt kavramlar hep birbirine bağlanmış ve kitabın kurgusuna farklı bir nitelik kazandırmış. Bir yandan da bu karşıt kavramlarla tarihsel sürece, sisteme, kurallara, biçilmiş rollere ve statülere, toplumsal sembollere ve önyargılara karşı çıkmış Murathan Mungan. Bütün dogmaları ve tabuları reddetmiş, bütün kuralları yıkmış ve bütün sınırları zorlamış. İnsanların, yani doğal olarak erkeklerin de, içindeki kadınları ortaya çıkarmış. Kadınsal bütün duyguları, yaşanmışlıkları, hatıraları, özdeşleşmeleri bir yapboz gibi birleştirmiş. Daha sonra ise bu yapbozu on altı parçaya ayırmış ve küçük ipuçlarıyla ve satır aralarına sıkıştırılmış detaylarla bizlere yeniden sunmuş. Birleştirmek ise, bizlere, yani okuyuculara kalmış.
1

Sahte Ev Dekorunda Şen Kahkahalar ve Timsah Gözyaşları

|

Türkiye’de herkes her şey olur. Şarkıcı olur, albüm çıkarır; oyuncu olur, filmler diziler çeker; program yapar, sunucu olur; dergi çıkarır, köşe yazarı olur, o da yetmez editör olur; baktı ki yazdıkları “okunuyor”, hızını alamadan yazar olur, kitap çıkarır. Seda Sayan da bütün bu saydığımız meslekleri yapmakla kalmamış, sabah programında aşçı, teknisyen, satış görevlisi, nikâh memuru, nikâh şahidi, aile doktoru, diyetisyen, model, kadın doğum uzmanı, hatta politikacı ve din uzmanı bile olmuştur. 90’ların sonunda başlayan ev dekorlu, doktor-şarkıcı-manken üçlemeli sabah programlarının ulaştığı son noktanın sahibidir Seda Sayan. Ve bütün bu sabah programlarının hiç değişmediğini ve muhtemelen hiç değişmeyeceğini gösterir. Ayşe Özgün, Esra Ceyhan ve Şebnem Dönmez’in açtığı sabah programı furyasını “büyük bir başarıyla” devam ettiren Seda Sayan, kendine has tarzıyla oluşturduğu sabah programıyla da Serap Ezgü, Lerzan Mutlu ve Petek Dinçöz gibi ünlülerin de yolunu açmıştır.

Bu programlarda gerek biçim gerek içerik açısından, birçok kültür ve yaşam bir karmaşa içindedir. Öncelikle programın dekoru bir ev düzeninde kurulur. Kanepeler, koltuklar, masalar, çiçekler, örtüler, biblolar, tablolar, halılar ve hatta Türk kahvesi… Sponsorlar tarafından verilmiş özensiz koltuk ve masa takımları, renkleri bile tutmayan halılar ve örtüler, ne anlatmaya çalıştığı bilinmeyen tablolar ve nazar boncukları… Bütün bu ev dekoru havası, konukların ve seyircilerin kendilerini sıcak bir ev ortamında hissetmeleri için yapılmıştır. Zira bu programların sunucuları ne kadar gece elbiseleriyle program sunsalar da, ne kadar magazinsel ve “Türk toplumu örf ve adetlerine” aykırı ilişki yaşasalar da, izleyiciler onları benimser, adeta bir abla, anne, teyze, “bacı” olarak görür. Bu ev dekoruna uygun olarak programda mutlaka bir doktor bulunur. Bu doktor programın akışına göre gerekli yerlerde, ilgili olduğu alan dâhilinde bilgiler verir, konuşmadığı zamanlarda ise konuk şarkıcının şarkısı eşliğinde program sunucusu tarafından zorla kaldırılmak suretiyle dans ettirilir. İkinci konuk ise az önce bahsettiğimiz şarkıcıdır. Bu şarkıcının programa konuk olma nedeni tamamen reklâm amaçlıdır. Konuk olarak seçilen şarkıcının başka bir kıstası yoktur. Yeni albümü çıkan, uzun zamandır albümü çıkmayan, sevgilisinden ayrılan, yeni sevgilisi olan, evlenen, boşanan… Hiç fark etmez. Üçüncü konuğumuz bir mankendir. Bu manken programda konuşulan konularla ilgili “önemli” görüşlerini bildirmek için mutlaka hazır bulunmaktadır ve kendisine soru sorulmadıkça asla konuşmaz, sadece gülümser, kameraya bakar ve gerekli yerlerde dans edebilmek, el çırpmak ve kafa sallamak için tetikte bekler. Son yıllarda ortaya çıkan yeni konuklar ise acılı anneler, babalar, kaynanalar, evden kaçan çocuklar ve bunların bilumum akrabalarıdır. Bu konuklarla ilgili en önemli kural gelen konuğun her zaman haklı olmasıdır. Ancak bu kural ne yazık ki her zaman gerektiği şekilde işlememekte ve kendisiyle çelişmektedir. Kocası tarafından dövülen kadın, konuk olduğu zaman haklıyken, karısını döven koca da konuk olarak gelebilir ve haklı olabilir. Bu tamamen sunucunun anlık ruh hâline ve görüşlerine bağlıdır. Bunu sorgulamak ise “ayıp”tır.

Otobüslerle stüdyolara taşınan, duydukları her şarkıda göbek atıp dans etme potansiyeline, iki saniye sonra ise “acılı annenin feryatları” veya “kızını arayan babanın yakarışı”na ağlayabilme potansiyeline sahip ev kadınları tam da Seda Sayan’ın şen kahkahalarını ve timsah gözyaşlarını işaret eder. Çünkü o ev kadınları komşu günlerinde un, nişasta ve şeker üçlüsünün mükemmel karışımları arasında, dolma ve kısır yapımı inceliklerini tartışırken, bir yandan da televizyondaki magazin programlarını aratmayacak bir ustalıkta bütün mahallenin dedikodusunu yapar. Zira Seda Sayan da o mahallelerden gelmektedir. Kendi içlerinden doğmuştur Kadırgalı Aysel. Artık o ev kadınlarına komşu günleri yetmez, böreğini dolmasını kapan stüdyoya gelir, Seda Sayan’a komşu olur. Bir nevi komşuculuk oynarlar hep birlikte. Bu ev kadınlarının ahlak anlayışları bir tek Seda Sayan’a işlemez. Kendi kızları ikinci kez evlenmeye, kendinden yaşça küçük bir erkekle ilişki yaşamaya kalksın, anında ahlak zabıtası kesilirler. Şiddet, cinnet ve felaket söz konusu olur. Fakat söz konusu kişi Seda Sayan olunca, herkes susar; un, nişasta ve şeker üçlüsünün duvarları aşılamaz teyzeleri alkışlar. Sokaktan geçen kız bunları yapsa “kötü kadın” damgası vuracak o ev kadınları, Seda Sayan’a alkış tutarlar. Ancak Seda Sayan bu işin de yolunu bulmuş ve “seviyeli ilişkilerini” bir nikâh yüzüğüyle desteklemiştir.

Seda Sayan’ın bu ev dekorlu sabah programlarının gelişimine en büyük katkısı yardım kampanyaları olmuştur. Seda Sayan kendisine mektup, faks, e-posta ve telefon yoluyla ulaşan izleyicilerine her gün yüzlerce “sponsor” destekli ürün göndermekte ve kendisinden yardım isteyen izleyicilerinin hastane, doktor ve eğitim masraflarını karşılamaktadır. Belki de bu yüzden bir anket şirketinin yaptığı araştırmaya göre “2007’nin en güvenilir ünlüsü” seçilmiştir.

Seda Sayan birçok farklı açıdan olmak istenene veya öykülenilene işaret eder. Genç kızlar için yoksul kızdan zengin ve ünlü kıza dönüşen Külkedisi masalıdır, ev kadınları için küçük mahalleden büyük ve şatafatlı yaşama geçip, “sınıf” atlayan Kadırgalı’dır. Bu sabah programlarında ev kadınları ve kızları kendilerini bambaşka dünyalarda bulurlar. Bütün dertlerin unutulduğu, “ünlülerin”, şarkıcıların, mankenlerin canlı olarak görüldüğü, en önemlisi Seda Sayan’a komşu olarak gidildiği bu dünyada ev kadınları kendilerini ilk defa önemli hisseder ve varlıklarını gösterebilirler. Bir ellerinde evlerinden getirdikleri börekleri, diğer ellerinde stüdyoda dağıtılan mendilleriyle adeta kendilerinden geçerler. Seda Sayan’ın “alkış” demesiyle börekler ve mendiller bırakılır ve bir alkış kopar, Seda Sayan’ın gözyaşlarıyla müzik susar, seyirciler ağlamaya ve stüdyodaki konukları teselli etmeye başlar. İki saniye sonra ise gözyaşları biter, Seda Sayan konuk şarkıcıyı sahneye çıkarır, doktor ve “acılı feryatlar içerisindeki anne”yi de kaldırarak, seyircilerinin de katılımıyla dans etmeye ve halay çekmeye başlar.

Aslında bütün bu karmaşa şovun şov olma özelliğinin bir sonucudur. Zira Seda Sayan çok başarılı bir şovmendir. Sahte ev dekorunda şen kahkahaları ve timsah gözyaşlarıyla, un, nişasta ve şeker döngüsü içindeki kadınların gönlünde taht kuran sabahların sultanıdır.
0

Rock On Broadway

| 15 Ağustos 2008 Cuma

Rock On Broadway, 2006'da Haldun Dormen'in Broadway'den İstanbul'a Müzikaller ile başlattığı müzikal furyasının, geçen sene Rock Müzikaller ile "elde edilen" başarının bir devamı niteliğinde "ortaya çıkmış" ve fakat yapım, performans, koreografi, teknik gibi birçok konuda ne yazık ki başarılı olamamış bir gösteri. Bir müzikal demek istemiyorum, çünkü müzikal niteliğinde bir performans olamadı. Şov diyemiyorum, çünkü şov olacak kadar etkileyici bir şey yoktu.

Öncelikle Harbiye Açıkhava'da Avea Yaz Konserleri sponsorluğunda yapılan bu gösteriye ne yazık ki başka sponsorlar bulunamamış ve doğru düzgün bütçe ayrılamamış sanırım. Zira maddi sıkıntıdan mı, vakitsizlikten mi, özensizlikten mi bilinmez gösteride göze çarpan, görsel açıdan birçok eksiklik ve hata vardı. Daha gösterinin ilk müzikali olan Jesus Christ Superstar'dan itibaren dansçıların ve şarkıcıların özensiz, üzerlerine çarşaf geçirilmiş gibi duran kostümleri, altlarından gözüken farklı renklerdeki uyumsuz kıyafetleri bütün görselliği bozdu. Doğan Duru'nun o etkileyici sesi ve muhteşem performansı bile Jesus Christ Superstar'ı kurtarmaya yetmedi. Ayrıca sanırım sanat yönetmeninin dekordan anladığı tek şey The Wall müzikalinde sahneye ayakkabı kutularından bozma tuğlalardan bir duvar dikmek olmuş. Zira gösteri boyunca sahneye, bu duvar dışında dekor diye nitelendirebileceğimiz hiçbir şey koyulmadı. Arada getirilen sandalyeler bir aksesuar niteliğinde kalmakla yetindiler. Bu kadar büyük bir sahnede, arkada orkestra, önde bu kadar az oyuncu/şarkıcı varken hiçbir dekor olmaması nasıl bir düşüncenin sonucudur bilemedim. Bir-iki poster bile sahneyi biraz daha canlandırabilirdi. Ayrıca kostüm konusunda gerçekten kim ne yapmış çok merak ediyorum. Anlaşılan o ki
Ladies&Gentlemen Musical Ensemble ve Dans@ Company'e kendi kıyafetlerini ve ayakkabılarını kendilerinin getirmesi söylenmiş. Bunun için bir de renk belirlenmiş, ancak getirilen kostümler birbirleriyle o kadar alakasız, o kadar sakil durmuş ki. Sanırım yine gösterinin en çarpıcı ve başarılı kostümleri Hande Yener'in Roxanne şarkısındaki kışkırtıcı kostümü ve Fadik Sevin Atasoy'un "şov" diye nitelendirebileceğim eşsiz sahne performansını daha da güzel hâle getiren siyah elbisesiydi. Rock On Broadway'in sanırım en büyük eksiği olarak söyleyebileceğim şey koreografiydi. Sahnede bu kadar başarılı bir müzikal ve bir dans ekibi varken, bu kadar sıradan, özensiz, basit ve ilkokul müsameresi niteliğinde bir koreografi gerçekten çok kötü durdu. Aynı hareketlerin tekrarları, müzikallerin kendisinden (ç)alınmış ancak görsel olarak doyuma ulaştıramamış danslar ve performanslar ne yazık ki sahneyi dolduramadı.

Müzikalin işitsel kısmı bütün akşam boyunca görselliği geride bıraktı. Gösterinin bana göre parlayan üç yıldızı vardı. Bunlardan birincisi, daha önce de sahnede izlediğim ve müzikal anlamda olduğu gibi sahne alanında da başarısını kanıtlayan Pamela. Pamela gerçekten sahnede durduğu her saniyenin hakkını veren bir performans sergiledi. Gerek seyircilerle kurduğu iletişim, gerek sahne üzerindeki doğallığı ve bu doğallığıyla mükemmel bir denge yakalayan profesyonelliği Pamela'nın sahneye ne kadar yakıştığını bir kere daha gösterdi. Gösterinin ikinci yıldızı sahnede ilk defa izlediğim, ancak ilerde kesinlikle müzikal alandan sahneye geçiş yapması gereken bir isim olduğuna inandığım Doğan Duru. Redd'in vokalisti olması dışında pek tanımadığım Doğan Duru gerçekten sesinin her tınısında ve yüzündeki her ter damlasında performansının hakkını verdiğini gösterdi. Rock On Broadway'in üçüncü yıldızı ise Ladies&Gentlemen Musical Ensemble'dan Barış Berker. Daha önce Hisseli Harikalar Kumpanyası, Broadway'den İstanbul'a Müzikaller ve Rock Müzikaller'de de izlediğim ve bizzat tanıdığım Barış Berker, gerçekten, sahne üzerindeki tükenmek bilmeyen enerjisi, mükemmel şarkı yorumları ve nev-i şahsına münhasır müzikal yeteneği ile performans alanında ilerde adını sıkça duyuracak ve sahnedeki yerini daha da ileri götürecek gibi gözüküyor. Bu gösterinin sürpriz isimleri ise kesinlikle Fadik Sevin Atasoy ve Hande Yener'di. İkisini de çok sevdiğim için ne yapacaklarını, nasıl uyum sağlayacaklarını, nasıl duracaklarını çok merak ediyordum. İkisi de beklediğim gibi hem görsel ve hem de işitsel anlamda bize bir müzikal ziyafeti sundular. Hande Yener'den eşsiz bir El Tango De Roxanne yorumu dinledik. Bir kadından bu şarkıyı bu kadar güzel duymak gerçekten çok farklı bir deneyim oldu. Fadik Sevin Atasoy'un ise Cell Block Tango performansı izlemeye değerdi. Oynadığı role hayat vermek ve sahneyi doldurmak. İşte bu iki kadın, bu iki eylemi gerçekleştirdiler. Rock On Broadway'in bir de küçük yıldızı vardı. O küçük kız, sahneye geldi, bir şarkı söyledi ve gitti. Ama o bir şarkı bütün gösteriyi götürebilirdi. Nasıl bir telaffuzla, nasıl bir masumiyetle söylendi, nasıl bir duyguyla seyirciye aktarıldı. Bana göre müzikaldeki iki isim çok yanlış seçimlerdi. Burak Kut ve Irmak Ünal. Burak Kut ne müzikal havasını verebildi ne de Queen şarkılarını doğru dürüst seslendirebildi. Hele ki bir şarkının sonunda, sanki alelade bir pop konserindeymiş gibi "Teşekkür ederim." demesi müzikal havasını yok etti. Irmak Ünal ise sahnede çok sakil duruyordu. Oynadığı role bürünememiş, sanki sonradan dâhil olmuş gibiydi. Hareketleri şaşırdı, şarkıyı unuttu, seyirciye bakmadı. Her şeyi çok acemiydi.

Sabri Tuluğ Tırpan ve orkestrası gösteriyi gösteri yapan kişilerdi. İşitsel anlamda bize iki saatlik bir şölen sundular. Zira görsel olarak bu kadar geri kalmış bir gösterinin bütün aksiliklere rağmen işitsel anlamda bu kadar doyurucu olmasını onlara borçluyuz. Tuluğ Tırpan ile bu seneki Uluslararası İstanbul Caz Festivali'nde çalışmıştım. Nardis Jazz Club'da asistanlığını yapmıştım ve gerçekten mükemmel bir adam. Müzikal anlamdaki başarısının yanında insan olarak da çok farklı biri. Ve gerçekten Rock On Broadway için seçilebilecek en doğru isim. Piyanosuyla iki saat boyunca inanılmaz bir performans sergileyen Tuluğ Bey müzik direktörlüğünün hakkını vermiş. Umarım ilerde bu gibi projelerde kendisini daha çok görürüz ve dinleriz.

Son olarak bir genel prova veya okul müsameresi niteliğindeki performansları, özensiz kostümleri, olmayan dekoru, sahne arkasında ve sahne üstünde yapılan teknik, görsel ve işitsel hataları ile Rock On Broadway gerçekten başarısız bir yapım, kötü bir gösteri, ancak iyi bir akşam eğlencesiydi. Keşke bir şekilde daha fazla sponsor bulunup, daha büyük bir bütçe ayrılsaydı ve çalışılan bu büyük isimlere ve projeye adını yazdıran önemli sanatçılara daha fazla özen gösterilseydi. Keşke o sahnenin iki yanında duran ekranlarda daha farklı görsel materyaller olsaydı, keşke kapıda deterjan ve ped yerine gösteriyi tanıtıcı broşürler dağıtsalardı, keşke bu kadar boş koltuk olmasaydı. Bu keşkeler uzar gider, umarım bir sonraki gösteride bu hatalar düzeltilir ve bu isimlere gereken hakları verilip, gereken özen gösterilir.